2014'ün Haziran ayında gittiğimiz Londra'da 5 gece kaldık, dolu dolu ve aynı zamanda koşuşturmadan uzak bir tatil oldu. Eğer tek bir şehir gezilecekse 4 ya da 5 gece ideal oluyor, sıkılmayacak kadar kısa ama tadına varmak için yeterli bir süre bence.
Londra'yla ilgili tüyolarımı başka bir yazıda anlatmıştım, bu yazıda gün gün nereleri gezdik, neler yaptık onlardan bahsedeceğim...
1. Gün:
İlk gün sabah Sandelman's New Europe tarafından düzenlenen ücretsiz tura katıldık. Rehberimiz çok şirin Hollandalı bir kızdı ve 3 saate yakın süre şehri yürüyerek gezdik. Bu esnada askerlerin nöbet değişim törenini izledik, Big Ben, Westminister Sarayı gibi Londra'nın simgesi olan yerleri gezdik, Buckingham Sarayı'nın karşısında yer alan St James's Park'ta oturduk, Anglikan Kilisesinin kuruluşundan büyük yangına kadar pek çok tarihi olayı eğlenceli bir şekilde öğrendik.
Öğle yemeğimizi gitmeden aldığımız tavsiyeye uyarak Princi'de yedik, pizzaları oldukça başarılıydı. Pastane kısmı da çok güzel görünüyordu. 2 kişi için 23 pound ödedik.
Sonrasında otobüs ile London Eye'a gittik (kişi başı 21 pound). Gitmeden önce uzun kuyruklardan bahsediliyordu ancak biz gittiğimizde saatlerce süren bir kuyruk yoktu. Zaten her şey çok düzenli olduğundan kuyruklar uzun olsa da hızla ilerliyor, buradaki gibi itiş kakış olmuyor. Güvenlik görevlisi çantalarımıza bakarken nereden geldiğimizi, tatilimizin nasıl geçtiğini sordu, ayaküstü sohbet ettik. İngiltere'de insanların asık suratlı olduğundan bahsedilir ama biz çoğu zaman güler yüzlü ve yardımsever insanlara denk geldik.
Sonrasında otelimizin olduğu bölgeye dönüp yemeğimizi orada yedik, yediğimiz fish & chips çok iyiydi diyemeyeceğim. Londra'da fish& chips nasılsa güzel olur diye düşünerek gitmiştim, biraz hayal kırıklığına uğradım.
Bir de hazır yeri gelmişken söyleyeyim, Londra'da çoğu yer self servis, garsonlar sadece boşları topluyor. Hatta bir seferinde dışarıda otururken içeri girip şişe şarap siparişi verdim, koltuğumun altında bir şişe şarap, elimde kadehlerle bardan sepetlediler beni o derece:)
2. Gün:
Londra'daki ikinci günümüze British Museum'u gezerek başladık. İngiltere'nin en güzel yanlarından biri müzelerin ücretsiz oluşu, böylece sanata doyduk diyebilirim. British Museum kocaman ve muhteşem, tüm bölümlerini gezemedik ama gezdiğimiz galeriler şahaneydi. Efes'ten giden Artemis Tapınağı'nı görünce ise içim acıdı, Türkiye'den koskoca tapınağı alıp götürmüşler resmen.
Öğle yemeğimizi Pret A Merger'dan aldığımız sandviçlerle Hyde Park'ta yedik. Londra'da her köşe başında kahve, kruvasan, sandviç bulabileceğiniz bir Pret a Merger var, ben sandviçlerini çok beğenemedim, yavan geldi ama sayelerinde aç kalmayacağınız garanti. Sandviç konusunda Marks & Spencer'ın gıda kısmı oldukça başarılı, fiyatlar 2-4 pound arasında değişiyor, çoğu zaman cips ve içecekli menüler daha uyguna geliyor. Tesco da aynı şekilde sandviç almak için güzel bir alternatif.
Hyde Park ise biz Türklerin zihinlerinde canlandıramayacağı kadar devasa, bizim şansımıza Londra güneşli ve sıcaktı, çok keyifli zaman geçirdik. Sonrasında Knightsbridge bölgesine gittik, burası Londra'nın krema tabakasının yaşadığı yer, her yer çok şık ve göz alıcı. Meşhur Harrods mağazası da bu bölgede. Yan yana kafelerin olduğu bir sokakta tapas bar bulduk, özellikle kokteyl menüsü başarılıydı. Oradan Piccadilly'deki kalabalığa karıştık, sonrası zonklayan ayaklarla otel:)
3. Gün:
Üçüncü güne yine müze ziyaretiyle başladık, şehrin göbeğinde bulunan National Gallery ve National Portrait Museum'a gittik, tadını çıkarana kadar dinlene dinlene gezdik. Gitmeden ismini not aldığım Leon Bruxelles isimli midyecide sarımsak ve beyaz şarap soslu midye yedik. İlk defa midyeyi bu halde yedim, deniz ürünleri sevenlere tavsiye ederim. Tatlı olarak ise My Old Dutch'ta Nutellalı pancake yedik. Pancake dedikleri en azından benim bildiklerimden farklı olarak krepe benzer, tabak boyutlarında bir şey ve hem tatlı hem de tuzlu olarak servis edilebiliyor. Bizim boş anımıza mı denk geldi bilmiyorum ama My Old Dutch'ı bulmak zor oldu, metrodan çıktıktan sonra bayağı yürüdük. Fark ettiğiniz üzere üçüncü gün bayağı bayağı yemeye verdik kendimizi:)
Covent Garden taraflarında The Tea House isminde çay satan küçük bir dükkan bulduk, hem kendimize hem de ailelere hediyelik çay aldık. Başka yerlerden de alırız diye çok fazla almamıştık, sonrasında o kadar düzgün bir yer bulamadık, marketten aldığımız çaylarla dönmek zorunda kaldık.
Akşam yemeğimizi opera binasının yakınında ismini maalesef hatırlamadığım bir İtalyan restoranında yedik. Beyaz peçeteli, masaya oturur oturmaz ekmek ve tereyağ ikram edilen, sürekli bir isteğiniz var mı diye soran papyonlu garsonların olduğu bir restorandı. Pizza, makarna ve biraya 22 pound verdik, mideler bayram etti. İtalyan restoranları çoğalsın, tüm dünyayı ele geçirsinler, o kadar hastasıyım İtalyan mutfağının:)
4. Gün
Son tam günümüzde şehir rehberinde olan ve yapmadığımız şeylerin listesini çıkararak başladık işe. Sabah erken saatlerde şehrin otelimize göre nispeten uzak kısmına geçerek önce St Paul Katedralini gezdik. Ben kilise, katedral gezmeyi sevenlerdenim, St Paul de oldukça heybetli bir yapı, gidip gördüğüme sevindim.
Oradan Tower Bridge'a gittik, köprünün üstünde bir tur attıktan sonra Tesco'dan sandviçlerimizi alıp küçük bir parka oturup geleni geçeni izledik. Bulunduğumuz bölge iş hayatının, daha doğru bir ifadeyle beyaz yakalıların olduğu bir bölgeydi, öğle arasında şortla koşan insanları gördükçe uyuşukluğumdan utandım.
Knightsbridge bölgesini çok sevdiğimiz için otobüsle bir kez daha oraya gittik, National History Museum'u gezdik. Müze benim için biraz hayal kırıklığıydı, daha çok çocuklara yönelik bir müzeydi, British Museum'dan sonra beni pek etkilemedi.
Otele gidip marketten aldığımız sandviçleri yedik, sonra Hard Rock Cafe'ye gittik. Kokteylleri her zamanki gibi çok güzeldi, mağaza kısmı da fiyat olarak bana uygun geldi, turistik yerlerden ıvır zıvır yerine buradan hatıra bir şeyler aldık. Erkek t-shirtleri 16-18 pound civarındaydı, çocuk ürünleri ise 8-12 pound arasındaydı.
Vee dönüş...
Londra en çok merak ettiğim şehirlerin başında geliyordu, Roma kadar aşık olmasam da hayal kırıklığına uğramadım. İmkanınız ve zamanınız olursa gidip görmeli...
Not: Londra fotoğraflarını maalesef bulamadığım için internetten indirdiğim fotoğrafları ekledim:(
Londra'yla ilgili tüyolarımı başka bir yazıda anlatmıştım, bu yazıda gün gün nereleri gezdik, neler yaptık onlardan bahsedeceğim...
1. Gün:
İlk gün sabah Sandelman's New Europe tarafından düzenlenen ücretsiz tura katıldık. Rehberimiz çok şirin Hollandalı bir kızdı ve 3 saate yakın süre şehri yürüyerek gezdik. Bu esnada askerlerin nöbet değişim törenini izledik, Big Ben, Westminister Sarayı gibi Londra'nın simgesi olan yerleri gezdik, Buckingham Sarayı'nın karşısında yer alan St James's Park'ta oturduk, Anglikan Kilisesinin kuruluşundan büyük yangına kadar pek çok tarihi olayı eğlenceli bir şekilde öğrendik.
Öğle yemeğimizi gitmeden aldığımız tavsiyeye uyarak Princi'de yedik, pizzaları oldukça başarılıydı. Pastane kısmı da çok güzel görünüyordu. 2 kişi için 23 pound ödedik.
Sonrasında otobüs ile London Eye'a gittik (kişi başı 21 pound). Gitmeden önce uzun kuyruklardan bahsediliyordu ancak biz gittiğimizde saatlerce süren bir kuyruk yoktu. Zaten her şey çok düzenli olduğundan kuyruklar uzun olsa da hızla ilerliyor, buradaki gibi itiş kakış olmuyor. Güvenlik görevlisi çantalarımıza bakarken nereden geldiğimizi, tatilimizin nasıl geçtiğini sordu, ayaküstü sohbet ettik. İngiltere'de insanların asık suratlı olduğundan bahsedilir ama biz çoğu zaman güler yüzlü ve yardımsever insanlara denk geldik.
Sonrasında otelimizin olduğu bölgeye dönüp yemeğimizi orada yedik, yediğimiz fish & chips çok iyiydi diyemeyeceğim. Londra'da fish& chips nasılsa güzel olur diye düşünerek gitmiştim, biraz hayal kırıklığına uğradım.
Bir de hazır yeri gelmişken söyleyeyim, Londra'da çoğu yer self servis, garsonlar sadece boşları topluyor. Hatta bir seferinde dışarıda otururken içeri girip şişe şarap siparişi verdim, koltuğumun altında bir şişe şarap, elimde kadehlerle bardan sepetlediler beni o derece:)
2. Gün:
Londra'daki ikinci günümüze British Museum'u gezerek başladık. İngiltere'nin en güzel yanlarından biri müzelerin ücretsiz oluşu, böylece sanata doyduk diyebilirim. British Museum kocaman ve muhteşem, tüm bölümlerini gezemedik ama gezdiğimiz galeriler şahaneydi. Efes'ten giden Artemis Tapınağı'nı görünce ise içim acıdı, Türkiye'den koskoca tapınağı alıp götürmüşler resmen.
Kaynak: www.7wonders.org |
Öğle yemeğimizi Pret A Merger'dan aldığımız sandviçlerle Hyde Park'ta yedik. Londra'da her köşe başında kahve, kruvasan, sandviç bulabileceğiniz bir Pret a Merger var, ben sandviçlerini çok beğenemedim, yavan geldi ama sayelerinde aç kalmayacağınız garanti. Sandviç konusunda Marks & Spencer'ın gıda kısmı oldukça başarılı, fiyatlar 2-4 pound arasında değişiyor, çoğu zaman cips ve içecekli menüler daha uyguna geliyor. Tesco da aynı şekilde sandviç almak için güzel bir alternatif.
Hyde Park ise biz Türklerin zihinlerinde canlandıramayacağı kadar devasa, bizim şansımıza Londra güneşli ve sıcaktı, çok keyifli zaman geçirdik. Sonrasında Knightsbridge bölgesine gittik, burası Londra'nın krema tabakasının yaşadığı yer, her yer çok şık ve göz alıcı. Meşhur Harrods mağazası da bu bölgede. Yan yana kafelerin olduğu bir sokakta tapas bar bulduk, özellikle kokteyl menüsü başarılıydı. Oradan Piccadilly'deki kalabalığa karıştık, sonrası zonklayan ayaklarla otel:)
Kaynak: www.bbc.co.uk |
Üçüncü güne yine müze ziyaretiyle başladık, şehrin göbeğinde bulunan National Gallery ve National Portrait Museum'a gittik, tadını çıkarana kadar dinlene dinlene gezdik. Gitmeden ismini not aldığım Leon Bruxelles isimli midyecide sarımsak ve beyaz şarap soslu midye yedik. İlk defa midyeyi bu halde yedim, deniz ürünleri sevenlere tavsiye ederim. Tatlı olarak ise My Old Dutch'ta Nutellalı pancake yedik. Pancake dedikleri en azından benim bildiklerimden farklı olarak krepe benzer, tabak boyutlarında bir şey ve hem tatlı hem de tuzlu olarak servis edilebiliyor. Bizim boş anımıza mı denk geldi bilmiyorum ama My Old Dutch'ı bulmak zor oldu, metrodan çıktıktan sonra bayağı yürüdük. Fark ettiğiniz üzere üçüncü gün bayağı bayağı yemeye verdik kendimizi:)
Covent Garden taraflarında The Tea House isminde çay satan küçük bir dükkan bulduk, hem kendimize hem de ailelere hediyelik çay aldık. Başka yerlerden de alırız diye çok fazla almamıştık, sonrasında o kadar düzgün bir yer bulamadık, marketten aldığımız çaylarla dönmek zorunda kaldık.
Kaynak: www.coventgarden.co.uk |
4. Gün
Son tam günümüzde şehir rehberinde olan ve yapmadığımız şeylerin listesini çıkararak başladık işe. Sabah erken saatlerde şehrin otelimize göre nispeten uzak kısmına geçerek önce St Paul Katedralini gezdik. Ben kilise, katedral gezmeyi sevenlerdenim, St Paul de oldukça heybetli bir yapı, gidip gördüğüme sevindim.
Oradan Tower Bridge'a gittik, köprünün üstünde bir tur attıktan sonra Tesco'dan sandviçlerimizi alıp küçük bir parka oturup geleni geçeni izledik. Bulunduğumuz bölge iş hayatının, daha doğru bir ifadeyle beyaz yakalıların olduğu bir bölgeydi, öğle arasında şortla koşan insanları gördükçe uyuşukluğumdan utandım.
Knightsbridge bölgesini çok sevdiğimiz için otobüsle bir kez daha oraya gittik, National History Museum'u gezdik. Müze benim için biraz hayal kırıklığıydı, daha çok çocuklara yönelik bir müzeydi, British Museum'dan sonra beni pek etkilemedi.
Otele gidip marketten aldığımız sandviçleri yedik, sonra Hard Rock Cafe'ye gittik. Kokteylleri her zamanki gibi çok güzeldi, mağaza kısmı da fiyat olarak bana uygun geldi, turistik yerlerden ıvır zıvır yerine buradan hatıra bir şeyler aldık. Erkek t-shirtleri 16-18 pound civarındaydı, çocuk ürünleri ise 8-12 pound arasındaydı.
Vee dönüş...
Londra en çok merak ettiğim şehirlerin başında geliyordu, Roma kadar aşık olmasam da hayal kırıklığına uğramadım. İmkanınız ve zamanınız olursa gidip görmeli...
Not: Londra fotoğraflarını maalesef bulamadığım için internetten indirdiğim fotoğrafları ekledim:(
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder